C
cendere
Ziyaretçi
Dürüst gazeteci denilince sizin aklınıza ilk olarak kim geliyor? Türkiye'de şu günlerde gün yüzüne çıkan kirlenmeden gazeteciler ne kadar sorumlu?
Gazeteci Taha Kıvanç dün Yenişafak’taki köşesinde “Kaset koleksiyoncusu” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Bu yazıyı gazeteci Uğur Dündar gördü mü bilmiyorum. Eğer yanlış anlamamışsam yazının birkaç yerinde kendisine de gönderme vardı…
İyi ama bundan sana ne diyebilirsiniz.
Medya siyaset ilişkilerinin tartışıldığı şu günlerde, hangi manşetlerin neleri kotarmak için sayfalara taşındığına dair birkaç örnek sıraladığım geçen haftaki bir yazımda herhangi bir isim zikretmemiş olmama rağmen Uğur Dündar telefonla bizi aramıştı.
Bahsi geçen yazımın bir yerinde, “Ekranlarda dürüstlüğüyle geçinen bir habercinin, aleyhlerinde haber yaptığı firmaların rakibi olan şirketlerden para aldığını asistanlarından defalarca dinledim” ifadesine yer vermiştim.
Uğur Dündar telefonda, dürüst gazeteci sıfatının bu ülkede kendisi ile özdeşleşen bir kavram olduğunu, dolayısıyla kendisinin ima edildiğini söyledikten sonra, ücret almadan yaptığı işlerden örnekler verdi. Uğur Dündar gergin bir ses tonuyla kendi meramını anlattıktan sona bize fazla bir söz söyleme fırsatı vermeden telefonu kapatmıştı.
Acaba diyorum, Taha Kıvanç’ın dünkü yazısını okuduktan sonra Uğur Dündar kendisini de arama ihtiyacı hissetti mi? Bir açıklamada bulundu mu? Yoksa yazıda geçen göndermelerin kendisi ile hiç ilgisi olmadığını mı düşündü?
O günkü telefon görüşmemiz sırasında eğer fırsat olsaydı Uğur Dündar’a gazetecilik etiği açısından sormak istediğim bazı sorular vardı. Derslerde haber çözümlemesi bağlamında örnek vermeyi düşündüğüm bir habere imza atmıştı.
Hani yargıya saygı?
Başbakan Erdoğan ile Aydın Doğan arasında sürüp giden tartışmanın en alevlendiği günlerde, kim bilir belki de patronu üzerindeki gündem baskını dağıtmak için olsa gerek çok farklı bir konuyu ekrana getirmekte yayıncılık açısından beis görmedi.
Aynı grubun yayın organlarından Milliyet ve Vatan gazetesinin, Örümcek Ağı operasyonunda işadamı Erol Kohen'den rüşvet aldığı ve üniversite öğrencilerine işkence yaptığı iddiasıyla meslekten ihraç edildiğini yazdığı eski emniyetçi Adil Serdar Saçan’ı ekrana çıkardı ve hiçte gündemi olmadığı halde Fethullah Gülen aleyhinde ağır suçlamalarda bulunmasına fırsat oluşturdu. Bu yayın gün boyu fragmanlarla duyuruldu.
Tartışmalı bir ismin iddialarından yola çıkarak birilerini zan altında bırakmak ve karşı tarafa söz hakkı vermeden tek taraflı yayın yapmak nasıl bir gazeteciliktir? Hâlbuki Adil Saçan’ın programda gündeme getirdiği iddialar defalarca tekzip edilmiş konulardan oluşuyordu. Hatta bu iddialar Gülen Davası’nda gündeme gelmiş, neticede mahkeme beraat kararı vermişti.
Mahkemenin beraatla sonuçlandırdığı bir konuda aynı iddiaları tekrar ekrana taşımak hangi medya etiğine sığar. Bunu yapan, yargıya güvendiğini iddia edebilir mi?
Neticede ne oldu? Uğur Dündar’ın iddialarını adeta karine kabul ettiği Adil Serdar Saçan, Ergenekon'da son dalga operasyonu kapsamında dün gözaltına alındı. Konunun bu boyutu yazımızla ilgili değil. Eğer o gün Uğur Dündar telefonda biraz daha kalsaydı, sonuçlanmış bir davaya konu olan iddialar üzerinden yayın yapmanın yüce yargının kararlarına kendileri açısından bir güvensizlik olarak kabul edilip edilmeyeceğini soracaktım.
Uğur Dündar nedense üzerine alındığı bahsi geçen yazımızdan o kadar rahatsız olmuş olacak ki, programının adını taşıyan kendine ait web sayfasından bize cevap verilmiş. Kendisini tanımadığım bir isim, “Bazen tetik profesör dinlemiyor” başlıklı bir yazı kaleme almış ve bana göndermede bulunmuş. Uğur Dündar’ın ekibinde yer alan gazeteci dostlar hatırlatmamış olsaydı, bundan haberim bile olmayacaktı.
Baştan aşağıya bana göndermelerde bulunan yazıda; “Ekranlardaki her habercinin bir özelliği ön planda… Hepimiz biliyoruz ki, dürüstlüğü ile ön plana çıkan haberci dediğiniz zaman bırakın medyanın içinde olanları sıradan okurların bile aklına ilk o isim gelir: Uğur Dündar. Koskoca profesör, hangi imanın kimi adres gösterdiğini bilebilecek yeterlilikte. Ya da biz öyle vehmediyoruz…” şeklinde satırlar kaleme alınmış.
E, araya bir iki gözdağı da sıkıştırılmış haliyle. Şu satırlar da aynı yazıdan; “Dündar'ın bu tür kişilere müstahak oldukları dille hitap ettiğini artık neredeyse havada uçan kuşlar bile biliyor.”
Tevekkeli, gerek okuyucular, gerekse de eş dost, ‘aman ona dikkat et’ diye boşuna söylemiyorlar. İnsanlar yeterince güvenmiyorlar demek ki...
Bu ne övgü böyle…
Aynı yazıda; “Hayatını temiz kalmaya adamış bir dürüstlük abidesine bile çamur atmaya, ancak alçak müfteriler yeltenebilir. Uğur Dündar'ın tertemiz kumaşı müfteri çamuru tutmaz...” ifadesine de yer verilmiş.
Oldum olası her kim hakkında olursa olsun abartılı övgüler dinlemekten de, yazmaktan da hoşlanmam. Hatta böylesi durumlarda huylanırım. Bir şeyi bastırma duygusu gibi algılarım. Her türlü hata biz kullar için. Hangimiz hiç hatasız sürdürebildik ki ömrümüzü… Ama yazılan ifadelere bakarsınız, eski Yunan’da (bulmacalarda çıkmıyor ama, eğer varsa) bir dürüstlük tanrısından söz ediliyor sanırsınız.
Ben bu ülkede gazeteciliğe kıyısından köşesinden bulaşıp da kir bana hiç ulaşmadı diyecek bir Allah’ın kulunun çıkacağını düşünmüyorum. Hangi medya kurumunda çalışıyor olursa olsun, patronunun yaptığı yanlışlara işimi kaybetmeyeyim, göze batmayayım düşüncesiyle karşı çıkamayan, susmayı tercih eden ve görmezden gelen her gazeteci kire bir çeşit bulaşmış demektir. Bırakın medya sahipliğini, bir medya kuruluşunda staj yapan, en azından cebine bir sarı basın kartı koyan yeni yetme bir gazeteci bile, kendisini her işinde özel imtiyaz görmeye teşne bir varlık gibi algılamaya başlar bu ülkede.
Dürüstlük maharet değil, gerekliliktir…
Yazıdan haberdar olunca, bahsi geçen yazının yer aldığı sitenin iletişim adresine bir e-mail gönderdim. E-mailde ana hatlarıyla; “İnsan kendisinden söz ederken sıfatıyla söz etmez. Ben Hacı Ahmet, Ben hayırsever işadamı falanca demez... Sıfatlar başkaları bizim hakkımızda kullanmasın diye vardır, kendimiz için değil.
Dürüst gazeteci sıfatını meslektaşlarımızdan daha çok Sayın Dündar kendisi için kullanmaktadır. Farklı üniversitelerde çalıştım. Dürüst gazeteci denilince hemen ilk akla gelen isimlerden değil Sayın Uğur Dündar dostumuz. Çok daha güçlü imaja sahip gazeteci dostlarımız var akla gelen. Sessiz ama derin itibar ve imajları var.
Kaldı ki dürüstlük maharet değildir. İnsanın gözü - kulağının olması gibi, dürüst olması da tabiatı gereğidir ve normal bir ahlaki meziyettir. Ekstra bir fazilet değildir. Benim gözüm - kulağım var demek zait olduğu gibi, dürüstüm demek de gerekli değildir. Eğer öyle sunuluyorsa sorun başlıyor demektir” değerlendirmelerine yer verdim.
Bakın hâkimlerin çoğunun koruması yoktur. Hâlbuki önlerine gelen davalarda kimi zaman 20, 30 sene hapis cezası verirler. Ama yine de çarşı pazarda rahat dolaşırlar. Çünkü yanlış yaptıklarına inanmazlar. Vicdanları rahattır. Suçlu yakınları da hâkimlere düşmanlık beslemezler.
Ama bu ülkede çok sayıda koruma ile gazeteciler var, neden? Demek birilerinin canını yakmışlar, mağdur etmişler… Halkın arasına karışmaya engel teşkil eden sıkıntıları var demektir bu… Yoksa neden koruma duvarlarının arkasında hayat sürsünler… Kim işini düzgün yapana husumet besleyebilir ki?
Sözü uzatmaya gerek yok. Asıl konu en dürüst gazeteci kim meselesi değildir. Ülkenin içinde bulunduğu hiçte iç açıcı olmayan şu tabloda gazeteciler olarak bizim ne kadar dahlimiz olduğuna dair bir özeleştiri yapmak ve şu safhadan sonra toplumsal arınmaya nasıl katkıda bulunabiliriz sorusuna cevap aramaktır.
Koca ülkede dürüst gazeteci denilince akla sadece bir kişinin geldiğini vehmetmek de başlı başına bir felaket değil mi?
Gerçekten de o kadarcık mı diye sorası geliyor insanın.
OSMAN ÖZSOY - HABER 7
Gazeteci Taha Kıvanç dün Yenişafak’taki köşesinde “Kaset koleksiyoncusu” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Bu yazıyı gazeteci Uğur Dündar gördü mü bilmiyorum. Eğer yanlış anlamamışsam yazının birkaç yerinde kendisine de gönderme vardı…
İyi ama bundan sana ne diyebilirsiniz.
Medya siyaset ilişkilerinin tartışıldığı şu günlerde, hangi manşetlerin neleri kotarmak için sayfalara taşındığına dair birkaç örnek sıraladığım geçen haftaki bir yazımda herhangi bir isim zikretmemiş olmama rağmen Uğur Dündar telefonla bizi aramıştı.
Bahsi geçen yazımın bir yerinde, “Ekranlarda dürüstlüğüyle geçinen bir habercinin, aleyhlerinde haber yaptığı firmaların rakibi olan şirketlerden para aldığını asistanlarından defalarca dinledim” ifadesine yer vermiştim.
Uğur Dündar telefonda, dürüst gazeteci sıfatının bu ülkede kendisi ile özdeşleşen bir kavram olduğunu, dolayısıyla kendisinin ima edildiğini söyledikten sonra, ücret almadan yaptığı işlerden örnekler verdi. Uğur Dündar gergin bir ses tonuyla kendi meramını anlattıktan sona bize fazla bir söz söyleme fırsatı vermeden telefonu kapatmıştı.
Acaba diyorum, Taha Kıvanç’ın dünkü yazısını okuduktan sonra Uğur Dündar kendisini de arama ihtiyacı hissetti mi? Bir açıklamada bulundu mu? Yoksa yazıda geçen göndermelerin kendisi ile hiç ilgisi olmadığını mı düşündü?
O günkü telefon görüşmemiz sırasında eğer fırsat olsaydı Uğur Dündar’a gazetecilik etiği açısından sormak istediğim bazı sorular vardı. Derslerde haber çözümlemesi bağlamında örnek vermeyi düşündüğüm bir habere imza atmıştı.
Hani yargıya saygı?
Başbakan Erdoğan ile Aydın Doğan arasında sürüp giden tartışmanın en alevlendiği günlerde, kim bilir belki de patronu üzerindeki gündem baskını dağıtmak için olsa gerek çok farklı bir konuyu ekrana getirmekte yayıncılık açısından beis görmedi.
Aynı grubun yayın organlarından Milliyet ve Vatan gazetesinin, Örümcek Ağı operasyonunda işadamı Erol Kohen'den rüşvet aldığı ve üniversite öğrencilerine işkence yaptığı iddiasıyla meslekten ihraç edildiğini yazdığı eski emniyetçi Adil Serdar Saçan’ı ekrana çıkardı ve hiçte gündemi olmadığı halde Fethullah Gülen aleyhinde ağır suçlamalarda bulunmasına fırsat oluşturdu. Bu yayın gün boyu fragmanlarla duyuruldu.
Tartışmalı bir ismin iddialarından yola çıkarak birilerini zan altında bırakmak ve karşı tarafa söz hakkı vermeden tek taraflı yayın yapmak nasıl bir gazeteciliktir? Hâlbuki Adil Saçan’ın programda gündeme getirdiği iddialar defalarca tekzip edilmiş konulardan oluşuyordu. Hatta bu iddialar Gülen Davası’nda gündeme gelmiş, neticede mahkeme beraat kararı vermişti.
Mahkemenin beraatla sonuçlandırdığı bir konuda aynı iddiaları tekrar ekrana taşımak hangi medya etiğine sığar. Bunu yapan, yargıya güvendiğini iddia edebilir mi?
Neticede ne oldu? Uğur Dündar’ın iddialarını adeta karine kabul ettiği Adil Serdar Saçan, Ergenekon'da son dalga operasyonu kapsamında dün gözaltına alındı. Konunun bu boyutu yazımızla ilgili değil. Eğer o gün Uğur Dündar telefonda biraz daha kalsaydı, sonuçlanmış bir davaya konu olan iddialar üzerinden yayın yapmanın yüce yargının kararlarına kendileri açısından bir güvensizlik olarak kabul edilip edilmeyeceğini soracaktım.
Uğur Dündar nedense üzerine alındığı bahsi geçen yazımızdan o kadar rahatsız olmuş olacak ki, programının adını taşıyan kendine ait web sayfasından bize cevap verilmiş. Kendisini tanımadığım bir isim, “Bazen tetik profesör dinlemiyor” başlıklı bir yazı kaleme almış ve bana göndermede bulunmuş. Uğur Dündar’ın ekibinde yer alan gazeteci dostlar hatırlatmamış olsaydı, bundan haberim bile olmayacaktı.
Baştan aşağıya bana göndermelerde bulunan yazıda; “Ekranlardaki her habercinin bir özelliği ön planda… Hepimiz biliyoruz ki, dürüstlüğü ile ön plana çıkan haberci dediğiniz zaman bırakın medyanın içinde olanları sıradan okurların bile aklına ilk o isim gelir: Uğur Dündar. Koskoca profesör, hangi imanın kimi adres gösterdiğini bilebilecek yeterlilikte. Ya da biz öyle vehmediyoruz…” şeklinde satırlar kaleme alınmış.
E, araya bir iki gözdağı da sıkıştırılmış haliyle. Şu satırlar da aynı yazıdan; “Dündar'ın bu tür kişilere müstahak oldukları dille hitap ettiğini artık neredeyse havada uçan kuşlar bile biliyor.”
Tevekkeli, gerek okuyucular, gerekse de eş dost, ‘aman ona dikkat et’ diye boşuna söylemiyorlar. İnsanlar yeterince güvenmiyorlar demek ki...
Bu ne övgü böyle…
Aynı yazıda; “Hayatını temiz kalmaya adamış bir dürüstlük abidesine bile çamur atmaya, ancak alçak müfteriler yeltenebilir. Uğur Dündar'ın tertemiz kumaşı müfteri çamuru tutmaz...” ifadesine de yer verilmiş.
Oldum olası her kim hakkında olursa olsun abartılı övgüler dinlemekten de, yazmaktan da hoşlanmam. Hatta böylesi durumlarda huylanırım. Bir şeyi bastırma duygusu gibi algılarım. Her türlü hata biz kullar için. Hangimiz hiç hatasız sürdürebildik ki ömrümüzü… Ama yazılan ifadelere bakarsınız, eski Yunan’da (bulmacalarda çıkmıyor ama, eğer varsa) bir dürüstlük tanrısından söz ediliyor sanırsınız.
Ben bu ülkede gazeteciliğe kıyısından köşesinden bulaşıp da kir bana hiç ulaşmadı diyecek bir Allah’ın kulunun çıkacağını düşünmüyorum. Hangi medya kurumunda çalışıyor olursa olsun, patronunun yaptığı yanlışlara işimi kaybetmeyeyim, göze batmayayım düşüncesiyle karşı çıkamayan, susmayı tercih eden ve görmezden gelen her gazeteci kire bir çeşit bulaşmış demektir. Bırakın medya sahipliğini, bir medya kuruluşunda staj yapan, en azından cebine bir sarı basın kartı koyan yeni yetme bir gazeteci bile, kendisini her işinde özel imtiyaz görmeye teşne bir varlık gibi algılamaya başlar bu ülkede.
Dürüstlük maharet değil, gerekliliktir…
Yazıdan haberdar olunca, bahsi geçen yazının yer aldığı sitenin iletişim adresine bir e-mail gönderdim. E-mailde ana hatlarıyla; “İnsan kendisinden söz ederken sıfatıyla söz etmez. Ben Hacı Ahmet, Ben hayırsever işadamı falanca demez... Sıfatlar başkaları bizim hakkımızda kullanmasın diye vardır, kendimiz için değil.
Dürüst gazeteci sıfatını meslektaşlarımızdan daha çok Sayın Dündar kendisi için kullanmaktadır. Farklı üniversitelerde çalıştım. Dürüst gazeteci denilince hemen ilk akla gelen isimlerden değil Sayın Uğur Dündar dostumuz. Çok daha güçlü imaja sahip gazeteci dostlarımız var akla gelen. Sessiz ama derin itibar ve imajları var.
Kaldı ki dürüstlük maharet değildir. İnsanın gözü - kulağının olması gibi, dürüst olması da tabiatı gereğidir ve normal bir ahlaki meziyettir. Ekstra bir fazilet değildir. Benim gözüm - kulağım var demek zait olduğu gibi, dürüstüm demek de gerekli değildir. Eğer öyle sunuluyorsa sorun başlıyor demektir” değerlendirmelerine yer verdim.
Bakın hâkimlerin çoğunun koruması yoktur. Hâlbuki önlerine gelen davalarda kimi zaman 20, 30 sene hapis cezası verirler. Ama yine de çarşı pazarda rahat dolaşırlar. Çünkü yanlış yaptıklarına inanmazlar. Vicdanları rahattır. Suçlu yakınları da hâkimlere düşmanlık beslemezler.
Ama bu ülkede çok sayıda koruma ile gazeteciler var, neden? Demek birilerinin canını yakmışlar, mağdur etmişler… Halkın arasına karışmaya engel teşkil eden sıkıntıları var demektir bu… Yoksa neden koruma duvarlarının arkasında hayat sürsünler… Kim işini düzgün yapana husumet besleyebilir ki?
Sözü uzatmaya gerek yok. Asıl konu en dürüst gazeteci kim meselesi değildir. Ülkenin içinde bulunduğu hiçte iç açıcı olmayan şu tabloda gazeteciler olarak bizim ne kadar dahlimiz olduğuna dair bir özeleştiri yapmak ve şu safhadan sonra toplumsal arınmaya nasıl katkıda bulunabiliriz sorusuna cevap aramaktır.
Koca ülkede dürüst gazeteci denilince akla sadece bir kişinin geldiğini vehmetmek de başlı başına bir felaket değil mi?
Gerçekten de o kadarcık mı diye sorası geliyor insanın.
OSMAN ÖZSOY - HABER 7