C
cendere
Ziyaretçi
Yeni öğretim yılına Nietzsche'den selam getirdim
Bilenleriniz biliyor, Yusuf Kaplan, Külliyat Yayınları adında bir yayınevinin kurulmasına öncülük ederek Doğu ve Batı klasiklerini temiz tercümeler eşliğinde okuyucuya ulaştırıyor.
Çok hoş bir tesadüfle yayınevinin bana göndereli neredeyse iki ay olduğu Nietzsche'ın “Putların Alacakaranlığında” adlı kitabını okudum birkaç gün önce. Okumaya başlamadan önce tadımlık bir sayfa açtım. Kitapla buluşup bulaşamayacağıma tadımlık sayfaların lezzeti karar verir çoğu zaman. Özellikle tercüme bir kitap söz konusuysa.
Nitezsche sesi gür çıkan bir filozoftur. Filozofun sesine çevirmenin sesi de karışınca güzel bir kitap çıkmış ortaya. İki gecede bitirdim.
Postmodern düşüncenin babası sayılan Nietsche'nin özellikle kendi ırkı Almanlara ve hiç hazzetmediği İngilizlere dair söylediği sözler çok çarpıcı. Ama müsaadenizle ben bu sözlerden değil de filozofun eğitim üzerine söylediklerinden bir izlek oluşturmak istiyorum. Malum dün 2008-2009 öğretim yılına başladık. İstanbul Büyükşehir Belediyesi öğrencilerin okullarına vaktinde ve kolaylıkla ulaşabilmesi için ulaşım seferberliği ilan etti.
Milli Eğitim Bakanlığı öğrencilerin kılık kıyafeti konusunda eski disiplini terkederek rahat etmelerini sağlamaya çalışıyor.
Şekilsel olarak her sene yeni uygulamalar giriyor devreye. Mesela ilk defa geçen sene ilkokul birinci sınıf öğrencileri, okula bir hafta önce başlayarak sakin bir ortamda mekan ile tanışma imkanı buldular. Pek üzerinde durulmadı belki ama bu son derece yerinde bir uygulama.
Şekil üzerinden kavga etme kabiliyetimizin “yüksek”liğinden olsa gerek bu konuda pek hızlı hareket edebiliyoruz. Lakin mesele işin ruhunu değiştirmek olduğunda yollar aniden tükeniyor.
Çoklu zeka diye tanımlanan, eğitim modeliyle eğitimin çağdaşlaşması adı altında; ders araç gerecinden, dersin anlatıma kadar pekçok konuda değişiklik yapıldı. Ne var ki “çoklu zeka” metoduna ayak uydurabilecek öğretmen sayısının pek da “çok” olmadığı da gün gibi aşikar.
İyi bir eğitim için önce eğitimcilerin eğitilmesi gerekiyor değil mi? Sesi gür, fikri hür filozofumuz bu konuda şunları söylüyor: “Eğitimciler, görebilmeyi, düşünebilmeyi ve hem konuşabilmeyi hem de yazabilmeyi çok iyi öğrenmek zorundadırlar.”
Eğitim camiasında çok iyi öğretmenlerimizin olduğu malum. Aklın sınırlarını zorlayacak fedakarlıklarda bulunarak, sınıfındaki bütün çocukları en iyi şekilde yetiştirmeye çalışan pekçok öğretmen tanıdım. Ama onların en az on katı kadar da bırakın filozofumuzun görebilmek ve düşünebilmek dediği hususiyetleri, tezgahtar Türkçesi ile konuşanlara rastladım.. Oğlum üniversite öğrencisi. Bunca yıl katıldığım bütün veli toplantılarında hiç üşenmeden öğretmenlerin kaç fiil ile konuştuğunu not ettim. Durumu en vahim olanların Türkçe, Edebiyat, Tarih öğretmenleri olduğunu maalesef söylemek zorundayım.
Filozofumuz görmenin ve düşünmenin öğretilmesinden bahsediyor. Görebilmeyi öğrenmekten maksadı ise güçlü bir irade kuvvetine sahip olabilmek. Çocuklarımızın güçlü bir irade kuvveti var. Haftada bin soru çözebildiklerine göre. Ama biz haftada bin soru çözmeye mahkum ettiğimiz çocuklarımıza görmeyi değil görmemeyi temrin ettiriyoruz adeta. İki şık arasında muhakeme kabiliyeti geliştiren çocuklar hayat hakkında hiç fikir sahibi olamıyorlar. Hangi okulu kazanırlarsa kazansınlar, hangi dereceye girerse girsinler canlılıkları sadece “uyuyan canlılar” olarak kalıyor. Tohumlar ve yumurtalar için “uyuyan canlılar” tabiri kullanılıyor. Yani kapasitelerindeki canlılık uyku halinde. Gençler eğitimin elinde “uyuyan canlılar” olarak gün geçiriyor.
Nietzsche, görmeyi öğrenmenin pratik tatbikatı olarak şunları sıralıyor: “Genelde bir öğrenici olarak yavaşlaması, her şeye güvenmemesi, tepki/direnç göstermesi şeklinde tezahür edecektir.”
Çoklu zeka ile eğitimde yavaşlama bir konuyu döne döne ele alma anlayışının yerleştirilmesine çalışılıyor. Ama bu şimdilik bir söylem olarak tekrarlanıyor. Neden şimdilik? Çünkü pekçok öğretmen ve pekçok veli günde dört yüz soru çözülen günlerden sonra, şimdi hiç sorusuz zamana geçilmesini “gevşeklik” olarak anlıyor. Böyle anlamakta çok da haksız olmadıklarını söylemek durumundayız. Çünkü yıllarca eski metot ile olabildiğince hızlı ders işlemeye alışmış öğretmenler de bu yeni durumu bir gevşeklik hali olarak kabul edip “ne olacağı belli olmaz siz yine de çocuğunuza günde iki yüz soru çözdürün” tavsiyesinde bulunuyorlar.
Bu tavsiyeye uyanlar ne mi yapıyor? İlkokul beşinci sınıftan itibaren çocuğunu dershaneye kaydettiriyor. Milli Eğitim Bakanımız Hüseyin Çelik, eğitim hayatında dershanelerin yerini azaltmayı vaat etmişti değil mi? Milli Eğitim Bakanı'nın vaadinin gerçekleşmesi için, başka gezegenlerden dershanesiz eğitim olacağına inanan veliler ithal etmemiz gerekiyor.
Eğitimde henüz “görmeyi öğrenmek” bahsini gerçekleştiremedik. Çünkü görmeyi öğrenmiş öğretmenlerimiz yok denecek kadar az. Düşünmeyi öğrenmek bahsine hiç geçemeyeceğiz bu durumda. Yani düşünmeyi öğrenmek/öğretmek bir ütopya olarak yazılarımızın konusu olmaya devam edeceğe benziyor.
Fatma K. Barbarosoğlu -Yenişafak
Bilenleriniz biliyor, Yusuf Kaplan, Külliyat Yayınları adında bir yayınevinin kurulmasına öncülük ederek Doğu ve Batı klasiklerini temiz tercümeler eşliğinde okuyucuya ulaştırıyor.
Çok hoş bir tesadüfle yayınevinin bana göndereli neredeyse iki ay olduğu Nietzsche'ın “Putların Alacakaranlığında” adlı kitabını okudum birkaç gün önce. Okumaya başlamadan önce tadımlık bir sayfa açtım. Kitapla buluşup bulaşamayacağıma tadımlık sayfaların lezzeti karar verir çoğu zaman. Özellikle tercüme bir kitap söz konusuysa.
Nitezsche sesi gür çıkan bir filozoftur. Filozofun sesine çevirmenin sesi de karışınca güzel bir kitap çıkmış ortaya. İki gecede bitirdim.
Postmodern düşüncenin babası sayılan Nietsche'nin özellikle kendi ırkı Almanlara ve hiç hazzetmediği İngilizlere dair söylediği sözler çok çarpıcı. Ama müsaadenizle ben bu sözlerden değil de filozofun eğitim üzerine söylediklerinden bir izlek oluşturmak istiyorum. Malum dün 2008-2009 öğretim yılına başladık. İstanbul Büyükşehir Belediyesi öğrencilerin okullarına vaktinde ve kolaylıkla ulaşabilmesi için ulaşım seferberliği ilan etti.
Milli Eğitim Bakanlığı öğrencilerin kılık kıyafeti konusunda eski disiplini terkederek rahat etmelerini sağlamaya çalışıyor.
Şekilsel olarak her sene yeni uygulamalar giriyor devreye. Mesela ilk defa geçen sene ilkokul birinci sınıf öğrencileri, okula bir hafta önce başlayarak sakin bir ortamda mekan ile tanışma imkanı buldular. Pek üzerinde durulmadı belki ama bu son derece yerinde bir uygulama.
Şekil üzerinden kavga etme kabiliyetimizin “yüksek”liğinden olsa gerek bu konuda pek hızlı hareket edebiliyoruz. Lakin mesele işin ruhunu değiştirmek olduğunda yollar aniden tükeniyor.
Çoklu zeka diye tanımlanan, eğitim modeliyle eğitimin çağdaşlaşması adı altında; ders araç gerecinden, dersin anlatıma kadar pekçok konuda değişiklik yapıldı. Ne var ki “çoklu zeka” metoduna ayak uydurabilecek öğretmen sayısının pek da “çok” olmadığı da gün gibi aşikar.
İyi bir eğitim için önce eğitimcilerin eğitilmesi gerekiyor değil mi? Sesi gür, fikri hür filozofumuz bu konuda şunları söylüyor: “Eğitimciler, görebilmeyi, düşünebilmeyi ve hem konuşabilmeyi hem de yazabilmeyi çok iyi öğrenmek zorundadırlar.”
Eğitim camiasında çok iyi öğretmenlerimizin olduğu malum. Aklın sınırlarını zorlayacak fedakarlıklarda bulunarak, sınıfındaki bütün çocukları en iyi şekilde yetiştirmeye çalışan pekçok öğretmen tanıdım. Ama onların en az on katı kadar da bırakın filozofumuzun görebilmek ve düşünebilmek dediği hususiyetleri, tezgahtar Türkçesi ile konuşanlara rastladım.. Oğlum üniversite öğrencisi. Bunca yıl katıldığım bütün veli toplantılarında hiç üşenmeden öğretmenlerin kaç fiil ile konuştuğunu not ettim. Durumu en vahim olanların Türkçe, Edebiyat, Tarih öğretmenleri olduğunu maalesef söylemek zorundayım.
Filozofumuz görmenin ve düşünmenin öğretilmesinden bahsediyor. Görebilmeyi öğrenmekten maksadı ise güçlü bir irade kuvvetine sahip olabilmek. Çocuklarımızın güçlü bir irade kuvveti var. Haftada bin soru çözebildiklerine göre. Ama biz haftada bin soru çözmeye mahkum ettiğimiz çocuklarımıza görmeyi değil görmemeyi temrin ettiriyoruz adeta. İki şık arasında muhakeme kabiliyeti geliştiren çocuklar hayat hakkında hiç fikir sahibi olamıyorlar. Hangi okulu kazanırlarsa kazansınlar, hangi dereceye girerse girsinler canlılıkları sadece “uyuyan canlılar” olarak kalıyor. Tohumlar ve yumurtalar için “uyuyan canlılar” tabiri kullanılıyor. Yani kapasitelerindeki canlılık uyku halinde. Gençler eğitimin elinde “uyuyan canlılar” olarak gün geçiriyor.
Nietzsche, görmeyi öğrenmenin pratik tatbikatı olarak şunları sıralıyor: “Genelde bir öğrenici olarak yavaşlaması, her şeye güvenmemesi, tepki/direnç göstermesi şeklinde tezahür edecektir.”
Çoklu zeka ile eğitimde yavaşlama bir konuyu döne döne ele alma anlayışının yerleştirilmesine çalışılıyor. Ama bu şimdilik bir söylem olarak tekrarlanıyor. Neden şimdilik? Çünkü pekçok öğretmen ve pekçok veli günde dört yüz soru çözülen günlerden sonra, şimdi hiç sorusuz zamana geçilmesini “gevşeklik” olarak anlıyor. Böyle anlamakta çok da haksız olmadıklarını söylemek durumundayız. Çünkü yıllarca eski metot ile olabildiğince hızlı ders işlemeye alışmış öğretmenler de bu yeni durumu bir gevşeklik hali olarak kabul edip “ne olacağı belli olmaz siz yine de çocuğunuza günde iki yüz soru çözdürün” tavsiyesinde bulunuyorlar.
Bu tavsiyeye uyanlar ne mi yapıyor? İlkokul beşinci sınıftan itibaren çocuğunu dershaneye kaydettiriyor. Milli Eğitim Bakanımız Hüseyin Çelik, eğitim hayatında dershanelerin yerini azaltmayı vaat etmişti değil mi? Milli Eğitim Bakanı'nın vaadinin gerçekleşmesi için, başka gezegenlerden dershanesiz eğitim olacağına inanan veliler ithal etmemiz gerekiyor.
Eğitimde henüz “görmeyi öğrenmek” bahsini gerçekleştiremedik. Çünkü görmeyi öğrenmiş öğretmenlerimiz yok denecek kadar az. Düşünmeyi öğrenmek bahsine hiç geçemeyeceğiz bu durumda. Yani düşünmeyi öğrenmek/öğretmek bir ütopya olarak yazılarımızın konusu olmaya devam edeceğe benziyor.
Fatma K. Barbarosoğlu -Yenişafak