Derede boğulmak | Eğitimin Yeni Yüzü | Egitimciyim.Net

Derede boğulmak

  • Konbuyu başlatan cendere
  • Başlangıç tarihi
C

cendere

Ziyaretçi
Sıcak konuları soğukkanlılıkla tartışmayı beceremiyor Türkiye. İnsanlar tartışırken insiyaklar eşliğinde kendine bir cephe seçiyor ve o daracık mücadele çemberinde kayboluyor. Oysa büyük fotoğrafı göremeyen küçük mücadelelerden zaferle çıktığını sanır ve aldanır.
Etraf toza dumana bu kadar bulanınca neler yaşandığını anlamak zorlaşıyor. Sadece her kafadan bir ses çıksa neyse; her yapılan yorum cepheleri daha da muhkem hale getiriyor ve tartışma zaman içinde sağırlar diyaloğuna dönüşüyor. Herkes bildiğini okuyor. Ne var ki herkesi içinde taşıyan o büyük gemi su alıyor. Manzara budur! Günlerdir tartıştığımız Anayasa Mahkemesi (AYM) kararına bir de bu gözle bakmak gerekiyor. Kırılıp dökülmeyen, toza toprağa bulaşmayan bir şey kaldı mı? Hukuk sistemi zan altında, adalet kavramı darmadağınık, siyasetin itibarı yerle bir olmuş durumda, bürokrasi halkın nazarında sakil bir tehlike, halk bürokrasinin nezdinde her an kuşku duyulan bir yığın... Ne acıdır ki herkes haklılığını savunurken başkasının haksızlığını ispat etmek için çırpınıyor. Ve bu, o kadar sıkça yapılıyor ki sonuçta ortada ne hak kalıyor ne hukuk; haksızlığın taşkınlığı bile kanıksanmış oluyor...

Birkaç yıldır yaşananları hatırlayınız lütfen. Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle ortaya çıkan kavgadan geriye ne kaldı? Hani 367 "olmazsa olmaz" bir şarttı? Tuzla buz oldu 367. Önümüzdeki seçimde 184 rakamı toplantı için yetecek; kavga hatırlanmayacak bile. Oysa ne fırtınalar kopmuştu 367 için. Şimdi yerinde yeller esiyor; çünkü karar yanlıştı ve bu yanlışı halk tashih etti; etmek zorunda kaldı. Bir sonraki cumhurbaşkanımızı halk bizzat seçecek. Sonuç bu! Peki, adaylar üzerine verilen e-muhtıralar, şiddetli tartışmalar, incitici açıklamalara ne oldu?

Şunu demek istiyorum: Her şeyin (özellikle de sosyal ve siyasi gelişimin) tabii bir seyri vardır; o tabii mecrayı tersine döndürmek istediğinizde sular bulanmış olur; ancak mutlaka bir gün sular durulur ve her şey normal olan bir noktaya döner. Bu arada kişiler yıpranır, kurumlar itibar kaybeder, kavramlar zedelenir. Sıcak konuları soğukkanlılıkla tartışmayı beceremiyor Türkiye. Daha doğrusu insanlar tartışırken insiyaklar eşliğinde kendine bir cephe seçiyor ve o daracık mücadele çemberinde kayboluyor. Oysa büyük fotoğrafı göremeyen küçük mücadelelerden zaferle çıktığını sanır ve aldanır. Üstelik çoğu zaman, kazandığını sandığı dar kapsamlı zaferin geniş manada bir hezimet olduğunu (ya da tersinden bir durumla karşı karşıya olduğunu) anlayamaz.

Müsaadenizle güncel örneğe dönelim. AYM hafta içinde CHP'nin başvurusuna (alışılageldiği üzere) "evet" dedi ve 411 milletvekilinin oyuyla kabul edilen Anayasa değişikliğine esastan karar verdi. CHP hariç herkes şokta. Çünkü AYM'nin normal şartlarda böyle bir hakkı yok. Anayasa değişikliğini ancak şekil bakımından inceleme yetkisine sahip AYM, Anayasa'nın kendisine tanıdığı hududu aştı. Bu apaçık bir ihlaldir. Uzun söze hiç gerek yok. Ancak, iflah olmaz AK Parti düşmanı bazı kişiler (bunların önemli bir yekûnu gazetecilerden oluşuyor) ne yapıp edip AYM'yi haklı gösterme telaşı içinde. Niçin? Siyasi düşünceyi hatta husumeti her şeyin önünde tuttuğu için. Ya kamu vicdanı?

Bir an en sıcak ve en popüler örneği (AK Parti'yi) bir kenara bırakalım ve AYM'nin Anayasa'nın açık maddesine (148. madde) rağmen esastan inceleme hakkının kullanıldığını düşünün. Buna kim "doğru olmuş" diyebilir ki! Bu tür bir yetki kargaşası ülkeyi bambaşka bir yere taşır ve o noktanın adına demokrasi denmez. Nitekim şimdilerde keskin ulusalcı söylemlerle yargıyı siyasi partilerin bekçisi yapma gayretinde olan gedikli hukukçular yıllar önce bu durumu vahim bir hata olarak görüyordu. Mümtaz Soysal ve Erdoğan Teziç'in AYM'nin esastan müdahalesine eski yıllarda karşı çıktığı hatta Mümtaz Hoca'nın "yargıçlar devleti" uyarısı yaptığı biliniyor. Lâkin şartlar değişince insanlar değişebiliyor ve hiç beklenmedik u-dönüşlerine hatta o-dönüşlerine rastlanabiliyor...

"Ne olursa olsun yeter ki AK Parti zarar görsün" diye düşünenler ve ona göre kalem oynatıp ona göre kürsü işgal edenler hata yapıyor. Çünkü AK Parti vesilesiyle ortaya konan hukuk yanlışları bütün bir sistemi esir alacak kadar vahim hatalara kapıyı aralayabilir. Nitekim geçen hafta AYM hakkında yapılan bütün eleştirilerin en can alıcı noktası buydu. Deniyor ki: "Mahkeme Meclis'in hakkını gasp etti". Bu yaygın görüş hem AYM'nin üzerine, hem Meclis'in üzerine bir gölge düşürüyor. Deniyor ki: "AYM değiştirilemez maddelere atıf yapıp kendi yetkisini aşmıştır." Bu yetki o kadar geniş bir alan açıyor ki, bundan sonra Mahkeme her meseleye müdahale edebilir. "N'olmuş ederse?" denemez; çünkü bu ülke ne babadan oğula geçen krallıkla yönetiliyor; ne de belli bir zümrenin keyfî hükümranlığıyla. Atatürk'ün emanet ettiği sistemin kalbi Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Meclis'in yetkisini (dolayısıyla milletin iradesini) vesayet altına sokmak sistemin ruhuna aykırıdır. Bu tehlike sadece bir partiye yönelik bir tehdit değil, bütün bir sistemi temelden sarsacak bir gelişmedir...

Krizler dar ufuklu analizlerle çözülemez. Sıkıntılar küçük mevziler kazanmak şehvetiyle aşılamaz. Geniş bir ufuktan bakıldığında meselenin bir partiye indirgenemeyecek kadar büyük problemlere yol açacağı görülüyor. Bu nedenle daha geniş bir perspektiften meseleye yaklaşmakta fayda var. AK Parti için açılan kapatma davası da öyle. O iddianamede öyle suçlamalar var ki sokaktaki her insanı rencide ediyor. Kutlu Doğum Haftası'ndan iftar çadırlarına kadar geniş bir zikzak alanı bulan metinde laiklik "bir yaşam biçimi" olarak niteleniyor ve "laikliğin tanımı üzerinde tartışılmalı" sözü kapatma davasında delil olarak kullanılıyor. İfade özgürlüğü (bir parti vesilesiyle) bu kadar daraltılınca bu daralma alanı herkesi (partileri, aydınları, gazetecileri vs.) kapsayacak gelişmeye yol açabilir. Tehlikeli olan da budur. Ancak mesele bir partinin meselesi gibi algılanıyor ve istikbalde herkesi esir alabilecek ufuk daralmasına kafa yorulamıyor.

Siyasetçilerin öfkesine bir mana vermek mümkün; çünkü siyasetin içindeki ihtiras bazen insanları bir uçtan diğerine savurup atıyor ve tutarlı olmayı zorlaştırıyor. Peki, gazetecilere ne oluyor? Onlara ne oluyor ki faşizme ve diktatörlüğe doğru açılabilecek bir kapının önünde "kelle isteriz" diye feryat u figan ediyor? Yakışıyor mu özgürlüğün sembolü olan bu mesleğe? Bunca acı tecrübeyi bir kenara itip demokrasinin her gün yeni bir hamleyle delik deşik edilmesine sevinmek ancak büyük fotoğrafa bakmamakla izah edilebilir. Büyük fotoğraf bir gün herkesi içine alabilecek bir tehlikeyi işaretliyor. Umarım bugün "Boş ver bütün bunlar AKP'nin başına geldi" diye zil takıp oynayanlar; yarın "Keşke demokrasi ve ifade özgürlüğü çiğnenirken dik dursaydım" diye dizlerini dövmek zorunda kalmaz.      EKREM DUMANLI - ZAMAN


 
Üst Alt