C
cendere
Ziyaretçi
Malazgirt Meydan Savaşı ve Alparslan
Hâdi İSTEK
Güzel işlere imza atmış bazı şahsiyetler, kendinden sonra gelenlerce hayırla yâd edildiği gibi, takipçilerini yanlışlara sürükleyen bazı kişiler de tarih boyunca beddualarla anılmıştır. Tarih sayfalarında her iki aksiyonun da temsilcilerine fazlasıyla rastlarız. İlk grupta yer alan tarihî şahsiyetlerden biri, Anadolu kapılarının Müslüman-Türklere açılmasına vesile olan Selçuklu hükümdarı Sultan Alparslan’dır (1033–1092).
Alparslan’ın asıl ismi Muhammed bin Davut Çağrı’dır. Alparslan tahsiline küçük yaşlarda başlamış, zamanın âlimleri tarafından en iyi şekilde yetiştirilmiştir; küçük yaşlardan itibaren babası Çağrı Bey’in yanında haksızlık ve zulüm yapan düşmana karşı hakkı müdafaa için, hayatını hiçe sayarak muharebelere iştirak etmiştir. Alparslan; kabiliyeti ve kahramanlıkları sayesinde Mevr şehrinin meliki, babasının da veliahdı olmuştur. Alparslan, amcası Tuğrul Bey’in 1063’te vefatı üzerine, ikinci Selçuklu sultanı olarak 27 Nisan 1064 tarihinde Halife Kaim bi Amrillah’ın da hazır bulunduğu bir mecliste sultan ilân edilmiştir. ‘Cihan Sultanı’, ‘Ebu’l-Feth’ (Fetih babası, çok fetih yapan) ve ‘Sultanü’l-Âdil’ lâkapları ile anılan Alparslan, saltanatı müddetince İslâm’a hizmet etti. O, İslâmiyet’i içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara ve bâtınî hareketlerine karşı çok hassastı. Enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adaletiyle temayüz eden Alparslan, büyük tarihî zaferlerinin yanı sıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, îmar ve sulama tesisleri vücuda getirmek suretiyle de hizmetler yapmış, İmâm-ı Âzam’ın Türbesi, Harezm Camii ve Şadyah Kalesi gibi pek çok eser inşa ettirmiştir. Zamanında; İmam-ı Gazalî, İmâmü’l-Haremeyn Cüveynî, Ebu İshak eş-Şirazî, Abdülkerim Kuşeyrî, İmâm-ı Serahsî gibi büyük âlimler yetişmiştir.
Alparslan yönetime geldiğinde ilk olarak, asayişi temin etti, isyanları bastırdı. Devlet teşkilâtına ve orduya çeki düzen verdi. Akabinde de fetih hareketlerine başladı. Bunu yaparken alperenlerini de beraberinde götürüyor, maddî fetihle beraber mânevî fethi de gerçekleştirmeyi gâye ediniyordu. Fetih hareketlerinde diğer Selçuklu hükümdarları gibi diğer dinden insanlara karşı son derece hoşgörülüydü. Çünkü eğitimi sırasında şu hadîs-i şerif, şuuraltına yerleştirilmişti: “Hazreti Ali, Allah Resulü’ne (sas), ‘Ey Allah’ın Resulü! Onlara hangi şey üzerine savaşayım? Onlara nasıl bir teklif götüreyim?’ deyince. İki Cihan Serveri (sas) de ona şu cevabı vermişti: ‘Bölgelerine girinceye kadar teenni ile hareket et (hemen savaşma). Sonra onları Müslümanlığa davet et. Eğer kabul ederlerse, senden mallarını ve kanlarını korumuş olurlar. Âhiret’e ait hak ve hukukları ise Allah’a kalmış bir iştir. Ya Ali! Allah’a yemin ederim ki senin vasıtanla birinin hidayete ermesi yeryüzü dolusu kızıl deveyi Allah yolunda infak etmekten daha hayırlıdır.”Allah Resulü’nden (sas) Alparslan’a ve ondan bugüne nerede ve ne zaman bir İslâm ordusu muharebeye girecek olsa, her nefer kulağında Allah Resulü’nün (sas) bu mesajını duyar gibi olur ve bu emre göre hareket etmeyi kendisi için bir vecibe kabul ederdi.
Türklerin Suriye topraklarındaki harekâtını haber alan Bizans İmparatoru Romen Diyojen, 13 Mart 1071’de İstanbul’dan 200.000’den ziyade Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni Rumeli’de yaşayan İslâm dinini kabul etmemiş Peçenek ve Uz Türklerinden de ücretli askerler alarak Anadolu’ya geçti. Askere yaptığı konuşmada azmini şöyle belirtiyordu: “Doğu hudutlarımızda büyük bir İslâm tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. Ordunun başında; bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.”
Ordusunun gücüne güvenen imparator, yakaladığı Türkmenlerin bir kısmını esir aldı, diğer kısmını da öldürttü. Malazgirt’e kadar gelen Diyojen, şehri tahrip ettiği gibi, halkın bir kısmını da katletti. Bu durum karşısında Alparslan, Fâtımîlere karşı düzenlediği seferini tamamlayamadan geri döndü. Barış için teklif götüren Sultan Alparslan’ın heyeti, 25 Ağustos 1071 sabahı, Bizans ordugâhında hafife alınıp, hakarete uğradı. Diogenes, Türk heyet başkanına: “Kışlamak için İsfahan’ın mı, yoksa Hemedan’ın mı daha iyidir?” diye sordu. Sulh teklifini şiddetle reddedip; “Sultanınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzakerelerini Rey’de yapacağım, ordumu İsfahan’da kışlatıp, Hemedan’da sulayacağım.” dedi. Heyet başkanı da, Diogenese; “Atlarınızın Hemedan’da kışlayacaklarından ben de eminim; fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum.” diyerek, zekice bir karşılık verdi.
Muharebe gecesi, Alparslan, ayırdığı bir kuvvetle Bizanslıları, atılan ok ve naralar rahat bırakmadı. Selçuklular, Bizanslı safında bulunan Türk asıllı birliklerle temas kurdu. Onların, Bizans ordugâhından ayrılarak Selçuklu ordusuna katılmalarını temin etti. “Dua müminin silâhıdır.” hadîsince hareket eden Sultan Alparslan, muharebe öncesi halifeden dua talep etti. Alparslan, Buharalı İmam Muhammed Bin Abdülmelik’in tavsiyesi üzerine muharebeyi cuma gününe denk getirmişti. 26 Ağustos 1071 Cuma günü bütün İslâm beldelerinde ve Malazgirt Ovası’nda kılınan cuma namazında halifenin gönderdiği şu hutbe ve dua okundu: “Allah’ım! İslâm’ın sancağını yücelt, ona yardım et! Sana itaatte canlarını feda edip, tâbi olmak hususunda kanlarını akıtan yolunun mücahitlerini kuvvetlendirerek, yurtlarını güvenlik ve zaferle dolduran yardımlarından mahrum etme. Müminlerin emirinin bürhanı olan Sultan Alparslan’ın Sen’den dilediği yardımı esirgeme ki, o bu sayede hükmünü yürütsün, şanını yaysın ve zamanın güçlükleri karşısında kolayca yerinde tutunabilsin. Sen’in dinini şerefli ve yüce tutabilmesi için onu lütufkâr ve her zaman devamlı tesir icra eden desteğinden mahrum etme. Onun kâfirler karşısındaki bugünü, yarına da yetsin. Ordusunu meleklerinle destekle. Niyet ve azmini hayır ve başarıyla neticelendir. Çünkü o Sen’in ulu rızan için rahatını terk etti. Malı ve canıyla emirlerine uymak gayesiyle Sen’in yoluna düştü…
Ey Müslümanlar! Doğru bir niyet, dürüst bir azim ve Allah’tan korkan temiz kalblerle ve ihlâs bahçesinde kısmet alan inançlarla onun için Allah’a yalvarınız…”
İki ordu 26 Ağustos 1071 Cuma günü karşı karşıya geldi. Selçuklu sultanı, Cuma namazı vaktini bekleyerek taarruzu biraz geciktirdi. Cuma namazından sonra, beyaz bir elbise giyinmiş olan sultan, ordusuna hitaben şu veciz konuşmayı yaptı: “Biz ne kadar az olursak olalım, onlar (Bizanslılar) ne kadar çok olursa olsunlar, bütün Müslümanların minberde bizim için dua ettikleri şu saatte kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım; ya şehit olarak Cennet’e giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler gitsinler. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zîrâ bugün ben de ancak sizlerden biriyim, sizlerle birlikte savaşan gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini Yüce Allah’a adayanlardan şehit olanlar Cennet’e, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır. Ayrılanları Âhiret’te ateş; dünyada da alçaklık beklemektedir. Ya Rabbi! Sen’i kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve Sen’in uğrunda cihad ediyorum. Ey Allah’ım! Niyetim hâlistir, bana yardım et, sözlerimde hilâf varsa beni kahret!”
Alparslan’ın bu hâli, mukaddes bir vazife karşısında inanmış insanın ruh portresini çiziyordu. Şehitliği göze alan Alparslan şehit olursa, kendisinden sonra Melikşah için ordusundan sadakat istemişti. Maddî-mânevî hazırlıktan sonra Türk ordusu “Allah Allah!” nidaları, kös ve boru tarrakalarıyla harekete geçti. Buna karşılık Bizans ordusu da çan sesleri ile hücuma geçti. Böylece iki tarafın gürültüleriyle birlikte tozun dumana karıştığı bir ortamda savaş başladı. Alparslan bizzat muharebeyi idare ediyor; birlikleri yokluyor, bazen kendini alıkoyamayarak çarpışmalara katılıyordu.
Muharebenin başlamasından iki saat sonra, Peçenek ve Uz Türkleri, Bizanslılardan ayrılıp, millî bir his ile Müslüman Selçuklu sultanına tâbi oldular. Alparslan, hilâl şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt Meydanı’nda dövüştü. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilâlin içine düşmüş, kurtulma çareleri arıyordu. Neticede 200.000 kişilik koca ordu kendisinden sayıca az Alparslan’ın ordusu karşısında perişan oldu. Bizans askerleri kaçmaya başladı. Mezhep baskısı sebebiyle Bizanslılara kırgın ve kızgın bulunan Ermeni kuvvetleri de, muharebe meydanını terk etti.
Büyük komutan Alparslan’ın üstün savaş taktiği, askerin cesaret ve kahramanlığı, imanlarındaki sağlamlık ve Allah huzurundaki samimiyetleri sayesinde elli dört bin kişilik Türk ordusu, kendisinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu kesin bir yenilgiye uğrattı ve büyük bir zafer kazandı. İmparator Romen Diyojen esir alındı ve savaşın galibi Alparslan’ın huzuruna çıkarıldı.
Sultan Alparslan, huzuruna getirilen imparatoru affetti. Muzaffer padişah esir imparatorun ellerini çözdürdü ve yanına oturttu. Ona misafiriymiş gibi davrandı. Sohbet esnasında imparatora sordu: “Ey Rum Kayzeri! Ben senin eline esir düşmüş olsaydım, bana nasıl muamele ederdin?” Diyojen: “Öldürtürdüm!” cevabını verdi. Alparslan: “Benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Ya öldürtürsünüz yahut İslâm memleketlerinde bir esir gibi dolaştırır, süründürürsünüz. Mümkün görmüyorum; ama belki de, affedersiniz!” dedi. Alparslan, yenilgiye uğramış bir insanı daha da küçük düşürmek istemedi ve “Allah’a, muzaffer olursam sana iyi muamele yapacağımı ahdetmiştim. Allah iyilik düşünenlerin arzularını yapar. Bu sebeple benden göreceğiniz muamele bu üçüncüsünden başkası olmayacaktır.” diyerek büyüklüğünü ve asaletini gösterdi, Bizans imparatorunu affetti.
Bizans imparatorunun harp tazminatı ödemesi, her yıl haraç ve ihtiyaç hâlinde Selçuklu ordusuna asker göndermesi karşılığında barış antlaşması yapıldı. Fakat Diyojen, İstanbul’a geri dönerken, Bizans tahtının el değiştirmesi, antlaşmayı geçersiz kıldı. Yeni Bizans İmparatoru Yedinci Mihail, Diyojen’in Türklerle yaptığı anlaşmayı kabul etmedi.
Yapılan anlaşmaya sâdık kalmayan Bizans’a karşı Sultan Alparslan, Selçuklu şehzadelerini Anadolu’yu fetihle görevlendirdi. Antlaşmanın tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu'nun fethini istedi. Anadolu iskân edildi ve Türkleşip İslâmlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Vergi ve diğer sebeplerden baskı ve zulme uğramış, haksızlık yapılmış yerli halk Alparslan ve askerlerinin kendi dindaşlarından daha hoş görülü olmaları neticesinde fazla bir direnme göstermedikleri gibi hoşgörünün kaynağının İslâm olduğunu görünce İslâm diniyle de şereflenmeye başladı. Akıncıların Anadolu’ya düzenledikleri gazalarda, adaletle muamele etmeleri, zâlimleri ortadan kaldırmaları, can, mal, ırz emniyetini sağlamaları, bölge halkının Selçuklu idaresini gönülden tercih etmesine vesile oldu. Bizans’ın zulme varan sıkı tedbirleri, halka kötü muamelesi, yerli ahalinin Türklerin idaresini tercih etmelerini daha da kolaylaştırdı. Türklerin yeni yurt edinmesini sağlayan Malazgirt Zaferi’nden sonra, on beş yıl içinde, Anadolu ele geçirildi. Bu zaferle, Anadolu’nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan, Malazgirt Zaferi, Türk ve dünya tarihinde bir dönüm noktası oldu.
Türkleri bir bayrak altında toplamak isteyen Sultan Alparslan, Malazgirt Zaferi’nden sonra 1072’de çok sayıda atlı ile Maveraünnehir’e doğru sefere çıktı. Ordunun başında Buhara’ya yaklaştı. Amuderya Nehri üzerinde bulunan Hana Kalesi’ni muhasara etti. Kale komutanı, sapık Bâtınî fırkasına mensup Yusuf el-Harezmî, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi. Hain Yusuf, Alparslan’ın huzuruna çıkarıldığı sırada Sultan’a hücum edip, hançer ile yaraladı. Yusuf’u derhal öldürdüler. Fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. Sultan dört gün sonra 25 Ekim 1072’de, 42 yaşında şehit oldu. Tahran yakınlarındaki Rey şehrinde defnedildi. Yerine oğlu Melikşah geçti.
Alparslan vefat ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar’dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul Boğazı’na, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen’e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı. Alparslan’a Türk milleti olarak çok şey borçlu olduğumuzu unutmayarak, “Ruhun şad olsun büyük Sultan!” diyoruz.
Alıntı
SIZINTI
Hâdi İSTEK
Güzel işlere imza atmış bazı şahsiyetler, kendinden sonra gelenlerce hayırla yâd edildiği gibi, takipçilerini yanlışlara sürükleyen bazı kişiler de tarih boyunca beddualarla anılmıştır. Tarih sayfalarında her iki aksiyonun da temsilcilerine fazlasıyla rastlarız. İlk grupta yer alan tarihî şahsiyetlerden biri, Anadolu kapılarının Müslüman-Türklere açılmasına vesile olan Selçuklu hükümdarı Sultan Alparslan’dır (1033–1092).
Alparslan’ın asıl ismi Muhammed bin Davut Çağrı’dır. Alparslan tahsiline küçük yaşlarda başlamış, zamanın âlimleri tarafından en iyi şekilde yetiştirilmiştir; küçük yaşlardan itibaren babası Çağrı Bey’in yanında haksızlık ve zulüm yapan düşmana karşı hakkı müdafaa için, hayatını hiçe sayarak muharebelere iştirak etmiştir. Alparslan; kabiliyeti ve kahramanlıkları sayesinde Mevr şehrinin meliki, babasının da veliahdı olmuştur. Alparslan, amcası Tuğrul Bey’in 1063’te vefatı üzerine, ikinci Selçuklu sultanı olarak 27 Nisan 1064 tarihinde Halife Kaim bi Amrillah’ın da hazır bulunduğu bir mecliste sultan ilân edilmiştir. ‘Cihan Sultanı’, ‘Ebu’l-Feth’ (Fetih babası, çok fetih yapan) ve ‘Sultanü’l-Âdil’ lâkapları ile anılan Alparslan, saltanatı müddetince İslâm’a hizmet etti. O, İslâmiyet’i içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara ve bâtınî hareketlerine karşı çok hassastı. Enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adaletiyle temayüz eden Alparslan, büyük tarihî zaferlerinin yanı sıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, îmar ve sulama tesisleri vücuda getirmek suretiyle de hizmetler yapmış, İmâm-ı Âzam’ın Türbesi, Harezm Camii ve Şadyah Kalesi gibi pek çok eser inşa ettirmiştir. Zamanında; İmam-ı Gazalî, İmâmü’l-Haremeyn Cüveynî, Ebu İshak eş-Şirazî, Abdülkerim Kuşeyrî, İmâm-ı Serahsî gibi büyük âlimler yetişmiştir.
Alparslan yönetime geldiğinde ilk olarak, asayişi temin etti, isyanları bastırdı. Devlet teşkilâtına ve orduya çeki düzen verdi. Akabinde de fetih hareketlerine başladı. Bunu yaparken alperenlerini de beraberinde götürüyor, maddî fetihle beraber mânevî fethi de gerçekleştirmeyi gâye ediniyordu. Fetih hareketlerinde diğer Selçuklu hükümdarları gibi diğer dinden insanlara karşı son derece hoşgörülüydü. Çünkü eğitimi sırasında şu hadîs-i şerif, şuuraltına yerleştirilmişti: “Hazreti Ali, Allah Resulü’ne (sas), ‘Ey Allah’ın Resulü! Onlara hangi şey üzerine savaşayım? Onlara nasıl bir teklif götüreyim?’ deyince. İki Cihan Serveri (sas) de ona şu cevabı vermişti: ‘Bölgelerine girinceye kadar teenni ile hareket et (hemen savaşma). Sonra onları Müslümanlığa davet et. Eğer kabul ederlerse, senden mallarını ve kanlarını korumuş olurlar. Âhiret’e ait hak ve hukukları ise Allah’a kalmış bir iştir. Ya Ali! Allah’a yemin ederim ki senin vasıtanla birinin hidayete ermesi yeryüzü dolusu kızıl deveyi Allah yolunda infak etmekten daha hayırlıdır.”Allah Resulü’nden (sas) Alparslan’a ve ondan bugüne nerede ve ne zaman bir İslâm ordusu muharebeye girecek olsa, her nefer kulağında Allah Resulü’nün (sas) bu mesajını duyar gibi olur ve bu emre göre hareket etmeyi kendisi için bir vecibe kabul ederdi.
Türklerin Suriye topraklarındaki harekâtını haber alan Bizans İmparatoru Romen Diyojen, 13 Mart 1071’de İstanbul’dan 200.000’den ziyade Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni Rumeli’de yaşayan İslâm dinini kabul etmemiş Peçenek ve Uz Türklerinden de ücretli askerler alarak Anadolu’ya geçti. Askere yaptığı konuşmada azmini şöyle belirtiyordu: “Doğu hudutlarımızda büyük bir İslâm tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. Ordunun başında; bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.”
Ordusunun gücüne güvenen imparator, yakaladığı Türkmenlerin bir kısmını esir aldı, diğer kısmını da öldürttü. Malazgirt’e kadar gelen Diyojen, şehri tahrip ettiği gibi, halkın bir kısmını da katletti. Bu durum karşısında Alparslan, Fâtımîlere karşı düzenlediği seferini tamamlayamadan geri döndü. Barış için teklif götüren Sultan Alparslan’ın heyeti, 25 Ağustos 1071 sabahı, Bizans ordugâhında hafife alınıp, hakarete uğradı. Diogenes, Türk heyet başkanına: “Kışlamak için İsfahan’ın mı, yoksa Hemedan’ın mı daha iyidir?” diye sordu. Sulh teklifini şiddetle reddedip; “Sultanınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzakerelerini Rey’de yapacağım, ordumu İsfahan’da kışlatıp, Hemedan’da sulayacağım.” dedi. Heyet başkanı da, Diogenese; “Atlarınızın Hemedan’da kışlayacaklarından ben de eminim; fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum.” diyerek, zekice bir karşılık verdi.
Muharebe gecesi, Alparslan, ayırdığı bir kuvvetle Bizanslıları, atılan ok ve naralar rahat bırakmadı. Selçuklular, Bizanslı safında bulunan Türk asıllı birliklerle temas kurdu. Onların, Bizans ordugâhından ayrılarak Selçuklu ordusuna katılmalarını temin etti. “Dua müminin silâhıdır.” hadîsince hareket eden Sultan Alparslan, muharebe öncesi halifeden dua talep etti. Alparslan, Buharalı İmam Muhammed Bin Abdülmelik’in tavsiyesi üzerine muharebeyi cuma gününe denk getirmişti. 26 Ağustos 1071 Cuma günü bütün İslâm beldelerinde ve Malazgirt Ovası’nda kılınan cuma namazında halifenin gönderdiği şu hutbe ve dua okundu: “Allah’ım! İslâm’ın sancağını yücelt, ona yardım et! Sana itaatte canlarını feda edip, tâbi olmak hususunda kanlarını akıtan yolunun mücahitlerini kuvvetlendirerek, yurtlarını güvenlik ve zaferle dolduran yardımlarından mahrum etme. Müminlerin emirinin bürhanı olan Sultan Alparslan’ın Sen’den dilediği yardımı esirgeme ki, o bu sayede hükmünü yürütsün, şanını yaysın ve zamanın güçlükleri karşısında kolayca yerinde tutunabilsin. Sen’in dinini şerefli ve yüce tutabilmesi için onu lütufkâr ve her zaman devamlı tesir icra eden desteğinden mahrum etme. Onun kâfirler karşısındaki bugünü, yarına da yetsin. Ordusunu meleklerinle destekle. Niyet ve azmini hayır ve başarıyla neticelendir. Çünkü o Sen’in ulu rızan için rahatını terk etti. Malı ve canıyla emirlerine uymak gayesiyle Sen’in yoluna düştü…
Ey Müslümanlar! Doğru bir niyet, dürüst bir azim ve Allah’tan korkan temiz kalblerle ve ihlâs bahçesinde kısmet alan inançlarla onun için Allah’a yalvarınız…”
İki ordu 26 Ağustos 1071 Cuma günü karşı karşıya geldi. Selçuklu sultanı, Cuma namazı vaktini bekleyerek taarruzu biraz geciktirdi. Cuma namazından sonra, beyaz bir elbise giyinmiş olan sultan, ordusuna hitaben şu veciz konuşmayı yaptı: “Biz ne kadar az olursak olalım, onlar (Bizanslılar) ne kadar çok olursa olsunlar, bütün Müslümanların minberde bizim için dua ettikleri şu saatte kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım; ya şehit olarak Cennet’e giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler gitsinler. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zîrâ bugün ben de ancak sizlerden biriyim, sizlerle birlikte savaşan gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini Yüce Allah’a adayanlardan şehit olanlar Cennet’e, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır. Ayrılanları Âhiret’te ateş; dünyada da alçaklık beklemektedir. Ya Rabbi! Sen’i kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve Sen’in uğrunda cihad ediyorum. Ey Allah’ım! Niyetim hâlistir, bana yardım et, sözlerimde hilâf varsa beni kahret!”
Alparslan’ın bu hâli, mukaddes bir vazife karşısında inanmış insanın ruh portresini çiziyordu. Şehitliği göze alan Alparslan şehit olursa, kendisinden sonra Melikşah için ordusundan sadakat istemişti. Maddî-mânevî hazırlıktan sonra Türk ordusu “Allah Allah!” nidaları, kös ve boru tarrakalarıyla harekete geçti. Buna karşılık Bizans ordusu da çan sesleri ile hücuma geçti. Böylece iki tarafın gürültüleriyle birlikte tozun dumana karıştığı bir ortamda savaş başladı. Alparslan bizzat muharebeyi idare ediyor; birlikleri yokluyor, bazen kendini alıkoyamayarak çarpışmalara katılıyordu.
Muharebenin başlamasından iki saat sonra, Peçenek ve Uz Türkleri, Bizanslılardan ayrılıp, millî bir his ile Müslüman Selçuklu sultanına tâbi oldular. Alparslan, hilâl şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt Meydanı’nda dövüştü. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilâlin içine düşmüş, kurtulma çareleri arıyordu. Neticede 200.000 kişilik koca ordu kendisinden sayıca az Alparslan’ın ordusu karşısında perişan oldu. Bizans askerleri kaçmaya başladı. Mezhep baskısı sebebiyle Bizanslılara kırgın ve kızgın bulunan Ermeni kuvvetleri de, muharebe meydanını terk etti.
Büyük komutan Alparslan’ın üstün savaş taktiği, askerin cesaret ve kahramanlığı, imanlarındaki sağlamlık ve Allah huzurundaki samimiyetleri sayesinde elli dört bin kişilik Türk ordusu, kendisinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu kesin bir yenilgiye uğrattı ve büyük bir zafer kazandı. İmparator Romen Diyojen esir alındı ve savaşın galibi Alparslan’ın huzuruna çıkarıldı.
Sultan Alparslan, huzuruna getirilen imparatoru affetti. Muzaffer padişah esir imparatorun ellerini çözdürdü ve yanına oturttu. Ona misafiriymiş gibi davrandı. Sohbet esnasında imparatora sordu: “Ey Rum Kayzeri! Ben senin eline esir düşmüş olsaydım, bana nasıl muamele ederdin?” Diyojen: “Öldürtürdüm!” cevabını verdi. Alparslan: “Benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Ya öldürtürsünüz yahut İslâm memleketlerinde bir esir gibi dolaştırır, süründürürsünüz. Mümkün görmüyorum; ama belki de, affedersiniz!” dedi. Alparslan, yenilgiye uğramış bir insanı daha da küçük düşürmek istemedi ve “Allah’a, muzaffer olursam sana iyi muamele yapacağımı ahdetmiştim. Allah iyilik düşünenlerin arzularını yapar. Bu sebeple benden göreceğiniz muamele bu üçüncüsünden başkası olmayacaktır.” diyerek büyüklüğünü ve asaletini gösterdi, Bizans imparatorunu affetti.
Bizans imparatorunun harp tazminatı ödemesi, her yıl haraç ve ihtiyaç hâlinde Selçuklu ordusuna asker göndermesi karşılığında barış antlaşması yapıldı. Fakat Diyojen, İstanbul’a geri dönerken, Bizans tahtının el değiştirmesi, antlaşmayı geçersiz kıldı. Yeni Bizans İmparatoru Yedinci Mihail, Diyojen’in Türklerle yaptığı anlaşmayı kabul etmedi.
Yapılan anlaşmaya sâdık kalmayan Bizans’a karşı Sultan Alparslan, Selçuklu şehzadelerini Anadolu’yu fetihle görevlendirdi. Antlaşmanın tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu'nun fethini istedi. Anadolu iskân edildi ve Türkleşip İslâmlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Vergi ve diğer sebeplerden baskı ve zulme uğramış, haksızlık yapılmış yerli halk Alparslan ve askerlerinin kendi dindaşlarından daha hoş görülü olmaları neticesinde fazla bir direnme göstermedikleri gibi hoşgörünün kaynağının İslâm olduğunu görünce İslâm diniyle de şereflenmeye başladı. Akıncıların Anadolu’ya düzenledikleri gazalarda, adaletle muamele etmeleri, zâlimleri ortadan kaldırmaları, can, mal, ırz emniyetini sağlamaları, bölge halkının Selçuklu idaresini gönülden tercih etmesine vesile oldu. Bizans’ın zulme varan sıkı tedbirleri, halka kötü muamelesi, yerli ahalinin Türklerin idaresini tercih etmelerini daha da kolaylaştırdı. Türklerin yeni yurt edinmesini sağlayan Malazgirt Zaferi’nden sonra, on beş yıl içinde, Anadolu ele geçirildi. Bu zaferle, Anadolu’nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan, Malazgirt Zaferi, Türk ve dünya tarihinde bir dönüm noktası oldu.
Türkleri bir bayrak altında toplamak isteyen Sultan Alparslan, Malazgirt Zaferi’nden sonra 1072’de çok sayıda atlı ile Maveraünnehir’e doğru sefere çıktı. Ordunun başında Buhara’ya yaklaştı. Amuderya Nehri üzerinde bulunan Hana Kalesi’ni muhasara etti. Kale komutanı, sapık Bâtınî fırkasına mensup Yusuf el-Harezmî, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi. Hain Yusuf, Alparslan’ın huzuruna çıkarıldığı sırada Sultan’a hücum edip, hançer ile yaraladı. Yusuf’u derhal öldürdüler. Fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. Sultan dört gün sonra 25 Ekim 1072’de, 42 yaşında şehit oldu. Tahran yakınlarındaki Rey şehrinde defnedildi. Yerine oğlu Melikşah geçti.
Alparslan vefat ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar’dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul Boğazı’na, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen’e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı. Alparslan’a Türk milleti olarak çok şey borçlu olduğumuzu unutmayarak, “Ruhun şad olsun büyük Sultan!” diyoruz.
Alıntı
SIZINTI